Neredeyse bir yıl oldu. Çok şeyler yaşandı bu yılda. Yazmam gerekenleri koskoca yıl erteletecek kadar değil tabi. Kendimden ve yazacağım herhangi faydalı bir bilgiden bu süre zarfında yararlanamayan herkesten özür diliyorum.
Marsilya Fransa’nın Provence-Alpes-Côte d’Azur bölgesininde bulunan 1,5 milyon nüfusuyla kalabalık diyebileceğimiz bir şehir. Gerçekten enteresan bir yer. Aksiyon, gerilim, macera ve huzur bir arada. Biliyorsunuz Fransa bir çok ulustan göçmenlerin bolca bulunduğu bir ülke. Sanırım Banliyö 13 ve Marsilya’da çekilen Taksi film serisi kafanızda bir şeylerin canlanmasını sağlar. Belki benim hüsnü kuruntumdur bilemiyorum ama çok rahat hissetmedim kendimi bir süre. Bu durum daha çok turistik yerlerde değil, kaldığım banliyöde geçerliydi. Çok fazla Arap var. Kaldığım apartmanın altında hani filmlerdeki gibi bir mescit, az ötede de uyuşturucu satışı yapılıyordu. Sabah saat 8-9 gibi bu işlerle uğraşan gençlerin gürültüsüne uyanmak, yanlarından geçerken bakışlarından nasibini almak sıradan bir hal almıştı benim için. Belli bir süre zarfından sonra onlar da benim varlığıma alışmış, ben de ortama yavaş yavaş ayak uydurduğum için artık daha rahattım. Benim için değişik bir deneyim oldu. Biliyorum çok iç açıcı bir giriş olmadı. İşin kötü diyebileceğimiz kısmını anlattıktan sonra asıl mevzumuz olan, gezgin kısmına geçebiliriz.
Efendim şöyle bir düşününce tüm şehri gezmeniz, yani değecek yerlerden bahsediyorum, tahmini 2 aylak gününüzü alabilir. Malum demir yolları aşkımız, doğal olarak bu şehirle tanışmam görülmeye değer bir yer olan Saint-Charles Tren Garında gerçekleşti. Bu mekanın alt katında bulunan metro istasyonu şehrin iki ana metro hattını birbirine bağlıyor. Metro istasyonlarında bulunan makineler sayesinde rahat bir şekilde paranızı bilete dönüştürebilirsiniz ve bu biletleri aktarmalı olarak kullanabilirsiniz.
Güzel bir limanı var buranın. Vieux Port diyorlar. Yine metro ile ulaşabilirsiniz buraya. Burayı bilin ve bulun kaybolmazsınız. Yakınlarında Opéra de Marseille (opera binası) var. Burası, çevre binalar, sokaklar ve bu sokaklarda kaybolmak gerçekten çok güzel ve huzurlu. Bir yerden bir yere giderken şehrin tadını çıkarmak, özümsemek, yaşanmışlıkları düşünmek istiyorsanız tabana kuvvet kardeşim. Başka yolu yok. Yine çok yakın sayılmaz ama ben yürümeyi severim derseniz, limandan yürüyerek ve biraz da yokuş çıkarak Notre-Dame-du-Mont Kilisesine ulaşabilirsiniz. Çok güzel bir yer. Az sonra fotoğraflarda da görebileceğiniz üzere tüm şehri izleme imkanınız var.
Hazır lafı geçmişken yaşadığım güzel bir anıdan bahsetmeden edemeyeceğim. Kiliseyi ziyaret edip yokuş aşağı bıraktım kendimi, öyle yürüyorum ama yorgunum bir de acıktım. Yokuş bitti bir baktım tam köşede, bina altı şemsiyeli bir büfe. Sanırım karı-koca bir bayan bir de erkek. Büfe başında ablamız duruyor, abimiz de servise bakıyor. Ayak üstü yemeğim hazırlanırken geldiğim yeri sordu abimiz. İngilizce bilmiyorlar, ben İngilizce konuşuyorum onlar Fransızca. Gönüller bir olunca anlaşıyoruz ama. Türkiye’den geldiğimden bahsettim. O da eşinin annesinin İstanbul’a gittiğinden falan bahsetti (harbiden biz ne güzel anlaşmışız yahu). Neyse sohbeti tatlı bir şekilde bitirdik, geçtim şemsiyenin altına oturuyorum. Abimiz, tam bir ekmek boyutundaki deve gibi (belli torpilli) tavuklu sandwichimi getirdi ve aynen şunu söyledi: “Al kardeş”. Ben bir yandan mutlu oldum bir yandan anlam veremedim. Kendisine şükranlarımı sundum. Yemeğimi yeyip kolamı içtikten sonra veda edip ayrılmayı planlıyorum. Gittim, elimi uzattım ellerimi iki eliyle karşılayarak sağlam bir şekilde sıktı bir kardeş gibi. Türkçe’de karşılığı görüşmek üzere olan “a bientöt” diyerek veda etmeyi planlıyordum ki, Kendisi cama yapıştırdığı kağıdı ve üzerindeki tarihi göstererek memleketine ziyarete gideceğini ve bir daha görüşemeyeceğimizi anlatmaya çalıştı. Tam ayrılırken sorduğum “Nerelisiniz?” sorusuna aldığım cevap ise: “Arménien” (Ermenistanlı). Ne diyebilirim ki, hepimiz bu dünyanın vatandaşıyız ve kardeşiz. Ön yargılı, bağnaz düşünceleri yıkmalı.
Castellane meydanı tarihi dokusuyla görülmesi gereken yerlerden. Tam meydana çıkan ve yine şehrin iki metro güzergahının kesiştiği bir metro istasyonu bulunmakta. Çevrede bulunan restoranlarda güzel yemekler var. Adamların usulü böyle az pişmiş demediğiniz halde, eti az pişmiş olarak getiriyorlar ve tadı da gayet güzel. Ancak, domuz eti konusunda dikkatli olmakta fayda var. Menüye dikkatli bakın hatta gerekirse garsonu uyarın. Bilmiyorum her gün var mı ama ufak bir pazar da kuruluyor burada. Bende bir iki bir şeyler almadım değil :).
Plajlardan da bahsedip yavaş yavaş yazımın sonuna gelmek istiyorum. Biz Türkiye’de gerçekten çok şanslıyız, insan kötüsünü görünce anlıyor. Adamların şehir merkezine yakın tüm plajları çakma. Baya bildiğin kendileri yapmışlar. Bir çok yerde denize girme fırsatım oldu. Merkeze yakın olan ve şehrin iki ayrı ucunda olan Estaque ve Prado plajları denize girmek için tercih edilebilir. Ulaşım imkanınız varsa denizi ve kumu bir kaç kademe iyi ve şehrin yaklaşık 40 kilometre kuzey batısında bulunan güzel ve ücretsiz plajlardan biri olan Sainte-Croix plajına gidebilirsiniz.
Daha yazacak çok şey var, şimdilik içimi rahatlattım diyebilirim. En kısa zamanda deneyimlerimi aktarmaya devam etmeye çalışacağım. Sevgiyle kalın.
Şimdi fotoğraflar:
[nggallery id=2]